Yabancı kelimesi köken olarak Farsça “yaban” kelimesinden türetilmiştir. Yaban, yani insan yaşamına, dokusuna uzak olma durumu, insan yaşamında çok kullanılmayan ve uzak tutulan… Yabani bitki, yabani hayvan vs. insanın oluşturduğu davranışlarından uzak kalma hali. İnsan yaşamının dışında kalma hali diyebiliriz.
Bu durumda soruyu şöyle sorarsak: Yabancılaşma; kime göre, neye göre? İnsan toplumuna göre ele alınırsa, mevcut çerçeveye muhalif olanlar yabancı olarak adlandırılacaktır. Doğaya göre ele alınırsa, insan yaşamı yabancı olarak ele alınacaktır.
Örneğin, Marx’a göre yabancılaşma; insan emeği sonucunda yaratılan şeyin aynı insana, kendisini köleleştiren yabancı bir öze dönme sürecidir. Yani insan emeği sonucu yaratılan değer veya meta; geniş kesimleri köleleştiren bir öze dönüşür, der. Kentler kurarsın, kentlerdeki düzeni sağlayacak bir düzen kurarsın ve bu düzen seni esir eder, diyor Marx. Seni vergiye bağlar, yaşamının her sathında seni kendine borçlu yapar ve sen borç yumağında kaybolursun. Kurtulmaya çalıştıkça borçlanırsın, diyor üstat. Marx burada yabancılaşmayı özel mülkiyet, emek ve iş bölümü açısından da ele alıyor.
Bence Marx haklı olmakla birlikte yabancılaşma değişik boyutlar kazanarak genişlemektedir. Yabancılaşmaya diğer varlıklar açısından bakarsak; evrenin, kâinatın, tüm sezgileri içinde barındıran varlıkların, kendini dışa vurumu insanla mümkün olmuştur. Çiçeğin kokusu ancak insanın betimlemesiyle gün ışığına çıkmıştır. Suyun azizliği yine insanla tescillenmiş. Rüzgârın sesi, suyun hışırtısı, dağın heybeti, gökyüzünün mavisi vs. insanın dillendirmesiyle anlam kazanmıştır. Yani varlıklar dünyası kendini insanla ifade edebilmiştir. Bu durum tüm sezgilerin yönetilmesini sanki insana bahşedilmiş gibi bir imkân vermiştir. Oysa bu durum insanı diğer varlıkların efendisi yapamaz, onlarla uyumu daha sağlıklı olmasına katkı sunması gerekir. Yani yabancılaşma sadece emek üzerinden yaratılan değerin insanı köleleştirilmesiyle sonuçlanmaz; burada açığa çıkan egemen bilinç, doğaya ve kâinata da yön verebileceğini sanarak Narsis bir kalıba dönüşür. Bir canlının ekosistem içerisindeki davranışı ve yaşamı kendine göre doğal bir yaşamdır. Bu yaşamın kentlerle, metropollerle betonlaştırılması hem doğa açısından hem de diğer canlılar açısından bir yabancılaşmadır. İnsanın doğadan bilinç farkıyla ayrışması, yabancılaşmayı daha da arttıran bir durumdur. Küresel ısınma, iklim değişiklikleri, canlılardaki mutasyonlar, hormonlar vs. yabancılaşmanın en yalın göstergeleridir.
Kâinat ve galaksiler açısından da durum farklı değil. Kâinatın tüm dengesi, kendi halinde, kendi orijininde seyir izlerken burada oluşan çekim, itme kuvveti veya elektromanyetik güçlerin, nükleer reaksiyonların sağladığı hareket bize göre denge kurana kadar sürer. Belki de burada kurulacak denge bizim beklentimizdir, olmasını istediğimizdir. Bir süpernovanın hangi aşaması, neye göre daha normaldir? Burada açığa çıkan enerjinin dağılımı, başka bir varlığa rızık olması bilinçten bağımsızdır. Bizim burada tespit yapıyor olmamız, yani bir belirlemede bulunmamız aslında yabancılaşmanın aşaması olarak ele alınabilir. Her yıldız kara delik oluşturmaz, her kara delik çekmez veya itmez. Tıpkı sosyal yaşamımızda beklentilerimiz gibidir. Severiz sevilmeyebiliriz. İsteriz, istenmeyebiliriz. Anlarız, anlaşılmayabiliriz. Buradaki beklenti bizim denge kurma çabamızdır. Ama yaşam bu beklentilerin boşa çıktığını ispatlamıştır.
Denge bize göre değil, her beklentiye rağmen kuruluyor. Buradaki anlatmak istediğim şey şu: İnsan bilinci önce doğaya karşı iktidar kurdu, ardından kendi toplumsalında iktidar oldu. Oluşturduğu metotsal yöntemlerle kâinata üstünlük sağlamaya çalışıyor. Nasıl ki bireysel beklentilerimiz bize rağmen var olan yaşam içerinde karşılık bulmuyorsa; kâinatın kendi dengesizliğine karşı düzen aramak sonuçsuz bir çabadır. Bizim bilimsel metotlarla bulup buluşturduğumuz veriler ve analizler anın verisidir. Mikro saniye sonra başka hale dönen, başka demde devran kuran varlıklara dönüşürler. Eksen, boylam değişir. Biz zamanı geriden takip ederken, zaman bize rağmen kendi anını yaşar ve biter. İlle de bir çaba sarf edilecekse bu kâinatla ve doğayla oluşturulan sözsüz anlaşmaya uyarak eko dengeye uyum sağlanmalıdır. Yani bilim doğa ve kainat ile denge ve uyum sağlamaya yönelik çaba sarf etmelidir. Eko-denge içerisinde ne fazla, ne eksik olmalı? Bir atom kadarız. Yıldız tozuyuz, fazlası değiliz.
Son olarak: İlk aşamada sınıfsız toplum hedeflenerek, doğada bir denge unsuru haline gelinmelidir. İnsanın kendi içerisinde yarattığı ayrılıklar ortadan kaldırılırsa, yabancılaşma önce insan toplumsalı içerisinde kontrol altına alınabilir. İnsan bilinci sonucu ortaya çıkan emeğin güzel ve diğer varlıklarla dengeli bir şekilde yaşam kurma sağlanabilir.
İnsanoğlu ilk ayağa kalktığı günden beri yaşamını hep toplumsallaşma üzerine kurgulamıştır. Toplumsallaşma ile birlikte yaşamanın ihtiyacına uygun yaşam pratiği de geliştirmiştir. Kültürel olarak sosyalleşmiş, kurumsallaşarak, devletleşmiş ve sistemler kurarak diğer canlılara ve kendi toplumuna karşı egemenliğini ilan etmiştir. Hangi egemenlik biçimi olursa olsun o sisteme göre bir sosyal ilişkiler ağı oluşturmuş. Sosyalleşme kavramı, kısaca “insanın toplumla bütünleşme süreci” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımda bahsedilen sosyalleşme durumu, sadece bir topluluğa ait olmak değil, belli norm ve değerlere sahip bireylerin çevreye adaptasyon sürecini ifade etmek için kullanılmaktadır. Kurduğu her sisteme göre toplumsal normlar ve kurallar koymuştur. Davranışları da bu kurallara ve normlara göre gelişim seyri izlemiştir. Sistemlerin egemenlik anlayışına karşı, kurallarına ve kalıplarının karşı direnç göstermek veya sistemin dışına çıkmak bir anlamda yabancılaşma olarak adlandırılmaktadır. Yani yabancılaşma bir anlamda var olan sistemin kurallarının dışına çıkmak, kalıplarını kırmaktır diyebiliriz. Kurulan ilişki ağına uyumsuzluk da diyebiliriz. Bu ikisini ayıran ana tema, kanaatimce, yeniden var olmaya mı yoksa çürüyerek yok olmaya mı hizmet ediyor, buraya bakmak gerekir.
Toplumsal yaşam, bugüne kadar yasa koyucular tarafından yönetmeliklerle belirlenerek çoğunluğun işine gelmese de uymak zorunda kaldığı bir yaşam formu olagelmiştir. Yani ruhsal benliğiniz karşıyken istemeyerek de olsa mecburen ayak uydurmadır söz konusu olan. Bu karakteri aşındıran, kişiliği zedeleyen, öz güveni sarsan, öz saygı yitimine sebep olan bir durumdur. Başınızı yastığa koyduğunuzda bu durum kendinizle çatışmanıza neden olur. Bu çatışma süreci aslında tüm gidişatı belirleyecek bir buji görevi görecektir. Endüstriyel gelişmeyle, insan yaşamında köklü değişiklikler meydana gelir. Artık büyük aileniz yoktur. Mahalle arkadaşlarınız yoktur. İşyerinde başarılı olma adına yarışan karşıtlarınız vardır. Bu sistem öyle bir aşamaya gelir ki artık güvenilecek, derdinizi anlatabileceğiniz kimsecikler olmayacaktır. Çalışma koşulları ve sürelerinden kaynaklı koşuşturmadan artık kendinize ait sizi yeniden yaşama bağlayacak maalesef zaman dilimi kalmayacaktır. Birey artık yalnızdır. Evi ile işi arasında koşuşturan, arta kalan zamanda temel ihtiyaçlar için alışveriş yapan mekanik bir tekrardan ibarettir. Zaman kısıtlılığına, taşınabilir iletişim araçlarının kullanım sıklığıyla beraber sosyal paylaşım ağlarının artışı eşlik etmektedir. Okul çağındaki genç insanların, orta yaş grubunun büyük çoğunluğu, interneti ev ortamlarında da gittikçe artan bir biçimde kullanmaktadır. Bu durumun neticesinde ise, ikili ilişkilerde ve aileleri ile kurdukları iletişimde önemli azalmalar meydana gelmektedir. Otobüste, durakta beklerken; işyerinde, toplantıda, yolda, yatarken, kalkarken, hayatımızın her alanında bu mobil cihazlar bize eşlik etmektedir. Çevremizden ve ortamdan tamamen kopuğuz. Düşünsenize toplumsal ilişkilerin yarattığı davranış pratiğinden iyice uzaklaşıyoruz. Burada gelişen yeni tipteki sosyalleşmede sosyal ağlar, bireylere kendilerini nasıl tanıtmak istiyorlarsa davranışlarımız da o kimliğe bürünüyor. Sahte bir kimlik oluşuyor. Böylece kendi içimizdeki çatışmayı, lehimize çevirecek, sistemin bize dayattığı normlarına karşı kendimizi yeniden donatmamız gereken bir süreç yaşanıyor. Günümüzde bireyler; sosyal ağlarda var olmak, takipçi sayılarını arttırmak, tanınır olmak maksadıyla, yeni sosyalleşme mekânları olarak adlandırılan ağlarda, yarattıkları sahte kimliklerle yer almaktadırlar. Bununla birlikte, bireylerin gerçek dünyadaki kimlikleriyle, sanal dünyada yarattıkları sahte kimlikler çatışarak önemli sorunları beraberinde getirmektedir. Gerçek kimliği ile kendi yarattığı sahte kimliği iç içe geçen birey, kendi öz benliğine yabancılaşmakta ve yalnızlaşmaktadır. Toplumsal ilişkileri artık somuttan soyut bir alan olan sosyal medya alanına kaymıştır.
Aslında burada birey, zihinsel dürtülerini faaliyete geçirdiğinden, yani içsel dünyasında var ettiğini sergileme imkânı bulduğundan bu alanda ruhsal bir özgürlük yaşamaktadır. Yaşam pratiği ile zihinsel dünyasının göstergesidir de bu yeni yaşam formu. Doğrularını kendi belirliyor. Yanlışa sadece kendi hüküm veriyor. Yargılamayı kendi yapıyor. Çok zorlanırsa sosyal hesabından bir diğerini çıkarıyor. Kendine göre grup kuruyor. Kendi ideolojisini oluşturuyor. Bu aslında yeni tipte bir kahramanlar çağıdır dostlarım. Eskiden ilişki ağını somutta yaşadığından, çevresinin vereceği tepkiye göre bir davranış geliştiriyordu, oysa sanal iletişimdeki tepkilere göre bir duyusal bir davranış geliştirse de günlük yaşama dâhil olduğunda zihinde yaşadığı çatışma yeni bir ayrışmaya ve yalnızlaşmaya sebep oluyor. Bu adapte olamama durumu ya kişilik maskesi edinmemize neden oluyor ya da çatışmayı en dibine kadar yaşayıp sonucu kabulleneceğimiz bir sürece bizi zorluyor. Bu yeni ikili yaşam pratiğimiz bizleri bir tercihe zorlayacaktır. Burada sert bir kopuş kaçınılmazdır.
DEVAM EDECEK...
SADIK AKTAŞ